“TÜRKİYE TÜRKLÜĞÜ”NÜ PARÇALAMAK

“Türk”lerin bu gün Türkiye dediğimiz coğrafya üzerinde yaklaşık 1000 yıllık varoluş tarihi konusunda bilgi edinmek isteyenler bu tarihin karmaşıklığı karşısında şaşkınlığa düşeceklerdir.
Orta Asya bozkırlarından Anadolu topraklarına göç eden “Türk” topluluklarının kimliklerinin, bir başka deyişle de “Türk”lüklerinin irdelenmesi ayrı bir konu.
Fakat ortada çok açık olan bir gerçek, bu “Türk”lerin, Anadolu topraklarına ayak basmalarıyla birlikte, Anadolu’da yaşamakta olan halklarla karışmaya da başlamış olmalarıdır.
Bu halklardan adları ilk sırada akla gelenler, Anadolu Rum halkı, Ermeniler ve Kürtlerdir.

*** *** ***

Anadolu Selçuklu tarihinin karmaşıklığı gerçekten baş döndürücü.
Selçuklu İmparatorluğunun kimliğini tek bir etnisiteye indirgeyerek açıklamak olanaksız.
Aynı gerçeklik Osmanlı için daha da geçerli.
Osmanlı zaten kendini “Türk” sözüyle tanımlamıyor.
“Osmanlı” sözü, imparatorluğun bütün etnisitelerini kapsayan bir “üst” (ya da birleştirici) kimlik…
Balkanlardaki “bağımsızlık” ayaklanmalarına ve parçalanmanın başlayıp önlenemezce sürmesine karşın ilk dünya savaşı sonlarına kadar yaşanmış olan süreç budur…
Bu süreçte iki temel olgunun altını çizmek gerekiyor.
Bunlardan ilki, Anadolu’da, belki tüm dünya tarihinde eşine az rastlanır bir etnisiteler arası karışımının gerçekleşmiş olmasıdır.
İkincisi, Anadolu Türklüğünün, Türkçenin, bütün bu süreçler boyunca varlığını ve kimliğini yitirmeyişi; tersine, zenginleştirerek sürdürmeyi başarmasıdır.
Başka türlü, ne çok büyük zenginliğe sahip Anadolu Türk halk edebiyatı, ne 20.yy.başlarında “Genç Kalemler” hareketiyle modern ve ulusal kimlik kazanan yazınsal oluşum süreçleri, ne de bu gün dünya ölçüsünde değere sahip çağdaş edebiyatımızın varlığı açıklanabilir…

*** *** ***

“Türkiye Türklüğü” sözü, tek bir etnisitenin değil, yüzyıllar süren karmaşık bir süreçte oluşmuş; toplumsal ve kültürel yaşamın bütün alanlarını kapsayan bir sentezin adıdır.
Bu sentez, başarıyla sonuçlanan ulusal kurtuluş savaşı ve onu izleyen Cumhuriyet dönemindeki ekonomik ve kültürel gelişim ve entegrasyon süreçlerinde, yine tek bir etnisitenin değil, Türkiye toplumunun bütün etnisitlerini kapsayan ulusal kimliğimizin adı olmuştur.
Başka türlü zaten “ulusal” bir var oluşun sözü edilemez, bir başka deyişle de Türkiye dediğimiz bir ülkenin var oluşu gerçekleşemezdi…

*** *** ***
Kavranılması hiç de güç olmayan bu olgular özet olarak yinelenecek olursa:
Türkiye Türklüğü kavramını ırkçı, ayrılıkçı, etnisiteye indirgenmiş bir kavram olarak görmek, tarihsel, sosyal, kültürel gerçekliğe aykırıdır.
Türkiye Türklüğü sözü, hangi etnisiyete ait olursak olalım, ulusal kimliğimizin birleştirici, ortak adıdır.
Bu bizim istencimize bağlı olmayan, isteyelim ya da istemeyelim, yaşanmış ve yaşanmakta olan siyasal, sosyal, kültürel tarihin sonucudur.
Bu nedenle de, Türkiye’de etnik ayrımcılık, etnisiteye dayalı siyaset, amacı ve türü ne olursa olsun, yeni ulusallıkların doğup gelişmesine değil, gerçekleşmesini büyük ölçüde tamamlamış olan etnik-sosyal-kültürel(sonuç olarak ulusal) kaynaşmanın parçalanmasına, daha açık bir deyişle de ülkenin(bölünmesine değil) parçalanmasına ve yok olmasına yol açacaktır…
“Türkiye Türklüğü” sentezi, onu oluşturan unsurların(Yugoslavya vb. örneklerinden farklı olarak) yapay, siyasal vb. etkenlerle değil, doğal süreçlerde kaynaşmasından oluşmuştur.
Unsurlardan her hangi birinin şu ya da bu nedenle ayrılma girişiminin, bölünmeyle değil bütünün parçalanmasıyla sonuçlanacak olması bundandır…
Türkiye sentezinin parçalanarak yok olması ise uygarlık tarihindeki geriye gidişlerin(ve yok oluşların) en acı, en acımasız, en kanlı, en utanç vericilerinden bir olabilecektir…
Bu apaçık gerçekleri görmeyenleri, görmek istemeyenleri; “ayrılıkçı”lığa ilişkin terimleri sürekli olarak ve büyük bir hevesle savunmayı ya da kullanmayı sürdüren(yazar, gazeteci, politikacı, akademisyen vb.) kişi ve çevreleri tanımlamaya “omurgasız” sözü artık yeterli değil…
Bu gibi kimseler bu gün ne yazık ki ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki kanlı oyununun bilinçli ya da bilinçsiz oyuncuları, daha da aşağılayıcı bir deyimle kuklaları konumundadırlar.

Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/080406